Aşka ve Terke Dair

Bazen öyle bir ilişkiye tutulursunuz ki, ne sevebilir, ne terk edebilirsiniz. Kör kütük bağlanmışsınızdır aslında..
.  

En güzel yıllarınızın, acı tatlı hatıralarınızın ortağıdır; iç çekişlerinizin sebebi, yazılarınızın ilhamı, sohbetlerinizin konusudur.

Göz yaşlarınızda, bilinçaltınızda, kahkahanızdır. Korkunca saklandığınız bir sığınak, coşunca öptüğünüz bir bayrak...

Sevdanız riyasız, çıkarsız, karşılıksızdır. Sınırsız ve nihayetsiz; "Ölmek var, dönmek yok"tur.

Lakin gün gelir anlarsınız içten içe bir şeyin kanadığını...

Tutkulu sevdaların gizli hançerleri başlar parıldamaya... Şurasından burasından eleştirmeye koyulursunuz: "Şöyle görünse, öyle demese, değişse biraz ya da eskisi gibi olsa..."

Başkalarını örnek göstermeye, "Bak onlar nasıl yaşıyor" demeye başlarsınız.

Hem birlikte yaşayıp, hem özgür olmanın yollarını ararsınız. Aşkınızın gözü kör değildir artık, yanlışını görür düzeltmek istersiniz. "Eskiden böyle miydi ya..." diye başlayan sohbetlerde açılır eleştirilerin kapısı; açıldıkça bastırılmış itirazlar yükselir bilinçaltından.

Böyle süremeyeceğini bilirsiniz. Değişsin istersiniz.

O, sevgisizliğinize yorar bunu. İhanete sayar. Tutkulu ilişkilerde ihanetin bedeli ölümdür.

"Ya sev böyle ya da terk et" diye gürler...

Bir zamanlar bir gülücüğüyle alacakaranlığı ışıtan o rüya,bir kabusa dönüşür birden... Kapatır gönlünün kapılarını, yasaklar kendini size... Hoyrattır, bakmaz yüzünüze...

Zehir akar dilinden, konuşturmaz, suçlar, yargılar, mahkum eder.

Mühürler dudaklarınızı, yırtar atar yazdıklarınızı, siler sizi defterden...

"İyiliğin içindi hepsi, seni sevdiğim için..." dersiniz, dinletemezsiniz. Ayrılırsanız yaşayamayacağınızı bilirsiniz, lakin böyle de sevemezsiniz.

İhanetten kırılmıştır kaleminiz; severek, terk edersiniz...

"Madem öyle"nin çağı başlar ondan sonra...

Madem ki siz böylesine tutkunken, o hep başkalarını seçmiştir, madem ki kıymetinizi bilmemiştir, o halde günah sizden gitmiştir.

Lanet ederek bu karşılıksız aşka, çekip gitmeleri denersiniz. Aşkın göçmenlik çağı başlar böylece...

Daha özgür olacağınız limanlara demirlersiniz bir süre... Ne var ki unutamaz, uzaktan uzağa izlersiniz olup biteni. Etrafı bir sürü uğursuzla dolmuş, kurda kuşa yem olmuştur. Deli kanlılar, eli kanlılar, uğruna ölenler, sırtına binenler sarmıştır çevresini...

Gurur duyar onlarla, koynunda besler gözünü oysunlar diye...

Uğruna kan dökenleri sever, yoluna gül dökenlerden fazla... "Bana ne... Kendi seçimi" diye omuz silkmeye çabalarsınız bir süre. Ama sonra... Ansızın kulağımıza çalınan bir şarkı ya da bir kapı aralığından süzülüp gelen bir koku, hatırlatır onu yeniden...

Yaban ellerde, başka kollarda ondan bahseder ağlarsınız. Kokusunu özlersiniz, türküsünü söylemeyi, şarkısını dinlemeyi, yemeğini yemeyi, elinden bir kadeh rakı içmeyi...

Karşı nehrin kıyısından hasret şiirler haykırırsınız, sular kulağına fısıldasın diye...

Dönüp "Seni hâlâ seviyorum" diye bağırmak geçer içinizden... Dönemezsiniz. Göremedikçe bağlanır, uzaklaştıkça yakınlaşırsınız.

Anlarsınız ki bir çaresiz aşktır bu, ne onunla olur, ne onsuz... Hem kollarında ölmek, kucağına gömülmek arzusu, hem "Ne olacak sonunda" kuşkusu...

Böyle sevemezsiniz, terk de edemezsiniz.

Sürünür gidersiniz. 
Can Dündar

Aşk Budur!


Öyle tesadüfler vardır ya: Bir otobüs durağında poşetlerle beklerken, rastlaşırsınız aniden...

"Bu o..." diye içiniz titrer. Bir zamanlar yüreğinizi yakan aşık, sarkmış göbeği, ağarmış saçlarıyla karşınızdadır... İki elinde iki çocuk...

                                                                              - Nasılsın?

 
- İyiyim... Ya sen?...

- Kızın amma da büyümüş... Benim de var 10 yaşında...

- Annen, baban?..

- Babamı kaybettik. Annem hasta...

- Mutlu musun?

Sessizlik...

- Telefonumu vereyim, ararsın belki...

İki yanakta iki masum buse; biri eski sevgiliye, diğeri onunla birlikte yitip giden maziye...

"- Kimdi o amca anne?.."

Yüreğinizde belli belirsiz bir iç çekme ve aklınızda hınzır bir soru işareti:

"Acaba?.."

*****

Aliye ile Ramazan' in aşk hikayesinde buna benzer bir hüzün gizliydi. Gerçi öyküleri, önce hakli olarak bir "tip rezaleti" olarak yansıdı Milliyet' in manşetine...

Ancak Ayşegül Aydoğan' ın haberi en az ilki kadar hazindi: Polis memuru Ramazan Bey, öğretmen Aliye Hanım'a 1954'te Karabük'te evlenme teklif etmiş. Annesine bakmak zorunda olduğundan kabul edememiş Aliye... Bir başkasıyla evlenmiş Ramazan... Üç çocuğu olmuş, ancak Aliye' yi hep aklında, göğsünde saklamış.

Gün gelmiş, eşi göğüs kanserine yenik düşmüş. Ailesi "3 çocukla bir başına bas edemezsin, evlen" diye tutturmuş. O da "Yıllar önce bir sevgilim vardı, evlenirsem onunla evlenirim" demiş.

17 yıl sonra gençliğinin Karabük' üne dönmüş ve Aliye'nin peşine düşmüş. Öğretmenlik yaptığı okulda bulmuş onu... Müdürün odasında beklemeye koyulmuş. Aliye odaya girip de eski aşkını karşısında görünce şaşkınlıktan dışarı kaçmış. 17 yıl önceki teklifi yinelemiş Ramazan:

"- Evet" demiş bu kez Aliye öğretmen...

28 yıl evli kalmışlar. İkinci baharı yaşamışlar. Malum, ikinci bahar, "son" bahardır. Orada aşk, hayatla cilveleşmekten çok, hayat denilen çileyi birlikte göğüslemektir.

71 yıllık yorgun kalbi teklemiş bir gün Aliye'nin... Ramazan bir ambulansla hastaneye yetiştirmiş eşini... Kabul etmemişler, paraları yok diye... Sonra bir başkasına... Yine ret... Aliye Hanım ölümün eşiğinde duyuyormuş Ramazan Bey' in çırpınışlarını; "Allah'ım bunlar ne yapıyor" diye ürperiyormuş. Ramazan Bey "ilk göz ağrım gidiyor" diye sızlanıyormuş için için...

"Ona bir şey olursa ben ne yaparım?.."

Sonunda Ramazan Bey'in yeğenlerinin parasıyla bir özel hastaneye yatırabilmişler. Sağ eli sımsıkı eşinin avucunda...

"İlk bahar"da çoğunlukla imkansızlıktır aşkı filizleyen, besleyen; "son bahar"daysa fedakarlık...

Bütün Dünya dergisinde vardı; çocuklara "Aşk nedir" diye sormuşlar. Söyle demiş afacanlardan biri:

"Anneannem sırtından hasta olmuştu. Eğilemediği için ayaklarına oje süremiyordu. Dedem devamlı elleri titremesine rağmen ananemin ayaklarına oje sürüyordu. Bence aşk budur."




Can Dündar 

Aç Gözlerini...


En sevdiğin elbiseni giydim  
Bu gece kokunu sürdüm
Solgun yüzünü okşadım
Sessizce saçlarından öptüm
Yazdığın mektupları okudum
Kana kana su içer gibi
Plaklarını çaldım ah!
En çok o şarkıda özledim seni.

Issızlık kapıyı çaldı, açmaya korktum
gece yarısı
Şehir uykuya daldı, baktım dışarıya
katran karası
Rüzgar telaşla kokunu getirdi bana
aldım koynuma
Buseni hafızamdan koparıp
iliştirdim dudaklarıma
Üşüdüm karanlıkta
Tenine dokundum hissetsin diye
Aç gözlerini

Erguvanlarına su verdim
İçerken benimle konuştular
Yastığını okşadım, kokladım
Anılar uçuştular
Soluğun saçlarımı yaladı sanki yine
bir meltem gibi
Teninin kokusu karıştı kokuma
Yakıştılar

Boğuldum karanlıkta
Yanı başımdasın benden çok
uzaklarda
Ellerimi tut dokun bana
Aç gözlerini.

Attım kendimi caddelere
Yeşil ceketin sardı beni
Yürüdüm üstüne karanlığın korkusuz
Tuttum ellerini.
                                                                          

Aceleye Gerek Yok ki...


Herkes bir arayış içinde, ama hiç kimse ne aradığını bilmiyor.

Sanıyoruz ki çok paramız, sürekli yükselen bir kariyerimiz, bahçeli bir evimiz, spor bir arabamız olunca biz de çok mutlu olacağız.

Hadi maddeciliği bir kenara bırakalım; niye herkes aşktan şikayetçi?
  
                                                                                
Çevremizde kaç kişinin aşk hayatı iyi gidiyor? Eminim parmakla sayılacak kadar azdır. Ve eminim hiç kimse yanlışın nerede olduğunu da bulamıyordur.

Ben ten uyuşması kadar ruh uyuşmasının önemine inanırım. Hatta insanların eş ruhlarının olduğuna bile inanırım. Ama ruhları olmayan bedenler birbirleriyle ne kadar uyuşabilir ki? Evet, önce göz görür fakat ancak ruh sever. Ayrıca ruhumuz olmadan eş ruhumuzu bulmak gibi bir şansımız olmadığına da eminim... İşte bu yüzden içimiz de sürekli bir eksiklik duygusuyla yaşıyoruz hepimiz, işte bu yüzden sürekli duvarlara çarpıp çarpıp kendimizi kanatıyoruz ve işte bu yüzden mutluluğu bir türlü yakalayamıyoruz...

Gerçekte hız çağında yaşıyoruz. Her şey o kadar hızlı geçiyor ki, ne işe, ne arkadaşlarımıza, ne ailemize, ne çocuğumuza, ne kendimize yeterince vaktimiz kalmıyor. Akrep ve yelkovanla yarış halindeyiz. Bu yüzden bütün ilişkiler yarım yamalak, bütün sevgiler bölük pörçük.

Sevmeye bile vaktimiz yok bizim.

Oysa teknolojinin nimetlerinden fazlasıyla yararlanıyoruz. Ne çamaşır yıkıyoruz ne de bulaşık, çayımızı kahvemizi makineler yapıyor.
İşlerimizi bir telefon, bir faksla hallediyoruz. Uçaklar bizi iki saat içinde dünyanın bir ucuna taşıyor. Hatta artık gitmeye bile gerek yok, internetle dünya elimizin altında. Ama yine de vaktimiz yok işte!
Bence doğanın kara bir laneti. Biz ondan uzaklaştıkça, o da bizden bütün zamanları çalıyor.

Milan Kundera "yavaşlık" adlı kitabında; "yavaşlık hep aldatır,hızlılık ise unutturur" diyor. Telefon hızlılık mesela, konuşulanları,söylenenleri unutturur. Mektupsa yavaşlık, hep vardır ve hep hatırlatır. Evet freni patlamış kamyon gibi yaşamanın hiç anlamı yok.
Ayağımızı gazdan yavaş yavaş çekelim ve biraz mola verip ruhumuzun da bize yetişmesini bekleyelim artık.

Aceleye ne gerek var?

Hayat yalnız biz izin verdiğimiz gibi geçer. İyi ya da kötü hızlı ya da yavaş...

Her şey bizim elimizde, sevgi de, aşk da, başarı da. Ama ancak kendi ruhumuzla buluştuğumuzda...


Can Dündar 

İKİ LİRALIK HAYATLAR...




                                                                                                       Günlerdir 2 demir lirayı elimde çevirip duruyorum2 Türk lirası..Bazılarınız yere düşse eğilip almazsınız.Para üstü olsa aldırmazsınız. Harçlık diye, bahşiş diye, sadaka diye verilse surat asarsınız. Hepi topu 2 lira....
 * * *
  6 Şubat gecesi Şanlıurfa'ya çok yağmur yağdı.
 Ceylanpınar Tarım İşletmesi arazisi içinde bulunan Çırpı Deresi taştı; üzerindeki stabilize geçişi tahrip etti.
 O geçişten bir kamyon geçmeye çalışıyordu o gece...
 Kamyonun kasasına 44 kişi binmişti. Çoğu kadın ve çocuktu.
 Tarım İşletmeleri çiftliğine, koyun sağmaya gidiyorlardı.
 Kamyonun şoförü yolun çöktüğünü fark etmedi; araç Çırpı Deresi'ne uçtu.
 Kasadaki 44 kişi dereye döküldü; sürüklendiler.
 Kamyonun kasasına tutunmayı başaran 33 kişi kurtarıldı.
 Kurtarılanlar Ceylanpınar Devlet Hastanesi'ne kaldırıldı.
 Sel sularına kapılan 2 işçi, Elma ve Hacer Kaya öldü.

Halil, Ahmet, Emine ve Anuç Ete kayboldu.
Zehra ve Hatun Kaya kayboldu. Naile Çorak, Fatma Merç, Halfe Ayberk kayboldu.
Adları ilk kez haberlerde duyuldu.
  * * *
 Gece, arama kurtarma çalışmaları başladı. Dalgıçlar sabaha kadar derede işçi aradılar. Derenin Suriye tarafında da Suriyeliler çalıştı. Sonuç alınamadı.
 Kazayla ilgili olarak Ceylanpınar Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma başlattı. Çiftlikte süt sağımı işini yaptıran müteahhit Celal Ulukaya gözaltına alındı. Bu gözaltının nedeni, kurtulan işçiler konuşunca anlaşıldı.
Kazazedelerden Halil Ertuğrul 10 yıla yakın süre bu işi yapmıştı. Çiftlikteki sağım işinden günde 2 lira kazanıyorlardı.
 Ertuğrul, "Niye çalışıyorsun o zaman" sorusuna kısa bir yanıt verdi:
 "Mecburum. İş yok."
  * * *
  Günde 2 liradan ayda 60 lira...
  44 işçiyi Çırpı Deresi'ne sürükleyen, 11'ini yağmur sularından bir selde boğan ekmek kavgasının bedeli bu...
  İşsizlik illetine düşmüş fukaraları "Hiç yoktan iyi" tesellisiyle kandıran müteahhitlerin ucuz işgücüne biçtikleri değer...
  2 demir lira...
  Günlerdir elimde çevirip durduğum 2 metelik...
  2 paralık hayatların can pahası..
  Harçlık isteyen çocuklara bu yazıyla birlikte veriniz.
  Hayat dersi niyetine!...
  Can DÜNDAR