Hayat hep kötü gidemez ya? iste!!! bekle!!! ve gör!!

                                            Elif Karlı
       Karmaşanın tam ortasına iken nasıl da yol gösterici oluyor hayat.. Yani öyle ''kadeer sen bize nazik davranmadın !'' demekle bunalım hariç hiç bir yere varılmıyormuş... Dedittiriyor insana:) 
      Şimdi kendimi eskisindende güçlü hissediyorum neler yapabileceğimi düşünmek bile bana yaşama sevinci veriyor.
      Aslında teoride insanın hayatını kendı yönlendirebileceğini, gerçekten istediği taktirde  önündeki her türlü engeli başarıya ulaşmak için birer basamak olarak kullanabileğini biliyorum.Ama bazen bilmek yeterli olmuyor.bekleyip zamana bırakmak gerekiyor herşeyi..  yani gerekiyormuş bende yeni öğrendim.Sanırım büyüyorum.Daha sakın düşünebiliyorum herşeyi.Yaşadığım kötü tecrüler galiba bana çok şey kattı bu yüzden keşke yaşamasaydım diyemiyorum.Eskiye yönelip pişman olmak yerine ileriye bakmak çok şey katıyormuş insana..


Henüz çok gencim.. 
Kuracak çok hayalim, yaşıyacak çok gerçeğim var..
Hiç tatmadığım ilklerim var daha, 
Gerçekten  değer görmeyi hakeden insanlar var henüz tanışmadığım, Gülecek  çok günüm, daha atılacak kahkahalarım var,
İçine neşe katıcağım sohbetlerim, dinlenmemiş şarkılarım var.. Söylenmemiş sözlerim,, akıtamadığım mutluluk göz yaşlarım var.. Daha hissedemediğim heyacanlarım, duymadığım güzel sözlerim var.. Yaşayacak çok günüm,görecek çok yerim, yaşatacağım anılarım var..
Keşkesiz bir hayat,gülünesi günler için benliğimde gücüm,
Gönlümde de Rabbime sonsuz inancım  var!!!!

Heran Yaradılıştan Bize Armağan..!!: Kendimce..:)

Heran Yaradılıştan Bize Armağan..!!: Kendimce..:): . İLK DENEYİMLERİM:) Şekillerin üç boyutlu çalışmasıydı bu .Aslında ilk etap böyle başlamıyor.İlköğretim öğrencleri ...

> >Bir Öğrencimin Bana Öğrettikleri > >



> >Yazan: Doğan Cüceloğlu
> >
> >Kaliforniya'da Long Beachşehrindeki Eyalet Üniversitesi'nde öğretim üyesi
> >olarak ders verirken, aynı sömestrde benim iki dersimi alan bir kız
> >öğrencim dikkatimi çekmeye başlamıştı. Bu genç bayanın şu özelliklerinin
> >farkına varmıştım: Her şeyden önce çok güzel bir kızdı; gözüm gayri
> >ihtiyari ona gidiyordu. İkinci olarak çok iyi bir öğrenciydi; bütün sınav
> >ve ödevlerde en yüksek notu o alıyordu. Ayrıca, çok hanımefendi, çok nezih
> >bir kişiliği vardı. Bölümün bir pikniğinde kız öğrencimin nişanlısıyla
> >tanıştım ve itiraf edeyim, ilk aklımdan geçen, "Armudun iyisini ayılar
> >yer" düşüncesi oldu. Yukarıda özelliklerini saydığım o güzel kızın bana
> >tanıştırdığı erkek, yirmi yedi-yirmi sekiz yaşlarında, saçı biraz
> >dökülmüş, şişman denecek kadar toplu, çirkin, kısa boylu biriydi.
> >
> >Bu kişiye parası için yüz vermiş olabileceğini düşündüm. Daha sonra
> >öğrendim ki, bu genç adamın parasal gücü yok; başka bir üniversitenin
> >psikolojik danışmanlık bölümünde doktora öğrencisi olarak okula devam
> >ediyor ve ileride akademisyen olarak kariyer yapıp profesör olmak istiyor.
> >
> >Acaba benim güzel öğrencim bu adamda ne bulmuştu? Bir hafta sonra ders
> >çıkışı koridorda öğrencimin yanına yaklaştım ve Sally adıyla anacağım
> >öğrencimle aramızda şöyle bir konuşma geçti:
> >
> >"Sally, nişanlınla nasıl tanıştığınızı merak ediyorum?
> >
> >"Bir kilise faaliyetinde aynı komitede çalıştık; o zaman tanıdım kendisini
> >"
> >
> >"Nesi seni etkiledi; hangi özelliklerini sevdin?
> >
> >Sally, bir Amerikalı olarak bu soruyu hiç beklemiyordu. Amerikan
> >kültüründe, bu tür sorular kişinin mahremiyetine tecavüz olarak kabul
> >edildiğinden pek sorulmaz. Amerikan kültürüne göre ben o anda Sally'nin
> >mahremiyetine 'burnumu sokuyordum.'
> >
> >Şaşkınlığı geçince çok içten, gözlerinin içi gülerek, "O şahane bir insan;
> >o benim kahramanım! Ben ondan çok şeyler öğrendim" dedi.
> >
> >O anda ilk hissettiğim şey kıskançlık duygusu oldu. Güzel bir kadının
> >erkeğine, "Sen benim kahramanımsın" duygusu içinde bakmasının erkeğe
> >verilmiş en büyük hediye olduğunu hissettim ve anladım. Bu hediyeyi,
> >hayatım boyunca hiç almadığımı biliyordum ve o kişiyi kıskandım.
> >
> >"Nasıl yani?" dedim.
> >
> >"Frank bir yetimhanede büyümüş. Yetim olmanın ne demek olduğunu bildiği
> >için, üniversite öğrencisi olunca, yetimhaneden iki çocuğa ağabeylik yapma
> >kararı almış. Haftada on saatini onlara ayırıyor; onlarla buluşup oynuyor,
> >kitap okuyor, onları müzeye götürüyor. Onların iyi gelişmesi için elinden
> >geleni yapıyor. Biri ameliyat oldu, hastanede yatıyor ve Frank şimdi
> >akşamları hastanede kalıyor, geceleri ona bakıyor."
> >
> >Yüzüme tokat yemiş gibi oldum. Utandım. Kendime kızdım. Ben güya en yüksek
> >eğitim düzeyine gelmiş biriydim ve karşımdakini hala dış görünüşe göre
> >yargılıyor ve onu "ayı" olarak görüyordum. İçimdeki pislikten utandım. Bir
> >süre sonra Sally'nin içinde yetiştiği aile ortamını merak etmeye başladım.
> >Şöyle bir mantık yürüttüm: o adama baktığım zaman ben neden, 'Armudun
> >iyisini ayılar yer' diye düşündüm? Çünkü ben, içinde yetiştiğim ortamda
> >sık sık bu benzetmeyi duyarak büyümüştüm. İçinde yetiştiğim ortam beni
> >nasıl etkilemişse, Sally'nin içinde yetiştiği ortam da onu öyle etkilemiş
> >olmalıydı.
> >
> >Birkaç hafta sonra Sally'e, ailesinin nerede oturduğunu sordum. Los
> >Angeles'in üç yüz elli km kuzeyindeki bir kasabada oturuyorlarmış. Onun
> >ailesiyle tanışmak istediğimi, bunu mümkün olup olamayacağını sordum.
> >"Kendilerine bir sorayım, eminim sizinle tanışmak isteyeceklerdir," dedi
> >ve iki gün sonra, "Ailemle konuştum; sizinle tanışmaktan mutlu
> >olacaklarını söylediler," dedi. Dört-beş hafta sonra San Francisco'ya
> >gidecektim, Sally'nin ailesinin yaşadığı kasaba yolumun üstündeydi, onlara
> >uğrayabilir, onlarla tanıştıktan sonra yoluma devam edebilirdim.
> >
> >Bu planımı Sally'e söylediğimde Sally, "O gün ben de aileme gidecektim;
> >isterseniz beraber gidebiliriz," dedi. Ailesine haber verdi. Onlar da
> >sabah kahvaltısına gelmemizi söylemişler. Long Beach'ten sabahın altısında
> >yola çıktık ve dokuz buçuk civarında Sally'nin ağabeyi Brian'ın evine
> >vardık. Sally'nin babası George orada buluşmamızı uygun görmüş. Çok
> >güleryüzlü bir aileydi. Brian'ın, en ufağı dört yaş civarında dört çocuğu
> >vardı.
> >
> >Ziyaret ettiğim bu güleryüzlü sıcak ailede, iki olay gerçekten dikkatimi
> >çekti. Bunlardan ilki, Sally'nin babası George'un torunlarıyla konuşurken
> >onların göz hizalarına inmesiydi. Bunu o kadar doğal yapıyordu ki, artık
> >farkına varılmadan yapılan bir davranış olduğu belliydi. Sally'ye,
> >babasının torunlarıyla hep böyle mi konuştuğunu sordum. "Evet" yanıtını
> >alınca, kendisi çocukken de babasının, onunla göz hizasına inerek mi
> >konuştuğunu sordum. "Evet, biz böyle biliyoruz. Ağabeyim Brian da
> >çocuklarıyla böyle konuşur; ben de kendi çocuklarımla böyle konuşacağım.
> >Biz böyle biliyoruz", dedi. Tüylerim diken diken oldu. Ben üniversite
> >öğretim üyesiydim ve insan psikolojisi benim uzmanlık alanımdı ama üç
> >çocuğumdan hiçbiriyle göz hizasına inerek konuştuğumu hatırlamıyordum.
> >Kendime kızdım; sonra kendime kızmaktan da vazgeçtim, beni yetiştirenlere
> >kızdım. Sonra onlara kızmaktan da vazgeçtim ve bütün nesilleri yetiştiren
> >kültür ortamına kızdım. Daha sonra kimseye kızmayacağımı anlayarak,
> >oradaki öğrenme fırsatından yararlanmaya karar verdim. Torunlarının önünde
> >diz çökerek konuşan dede George'a "Beyefendi, çocukların göz hizasına
> >inerek konuşuyorsunuz!" dedim. Bana biraz şaşkınlıkla gülümseyerek,
> >"Tabii, onlar küçük insanlar!" yanıtını verdi. Öyle bir bakışı vardı ki,
> >bu bakış sanki 'Bu kadar doğal bir şey ki, herhalde bunu herkes
> >yapıyordur; sen yapmıyor musun?' diyordu.
> >
> >O bakışa karşı bütün yaptığım, mahcup bir gülümseme oldu.
> >
> >Bu güleryüzlü sıcak ailede dikkatimi çeken ikinci olay, Sally'nin ağabeyi
> >Brian'ın davranışı oldu. Brian, Pasifik ülkeleriyle ticaret yapan, oldukça
> >varlıklı biriydi. Evlerinin büyüklüğünden, yüzme havuzundan,
> >çiftliklerinden, arabalarının türünden ailenin zenginliği belli oluyordu.
> >Kahvaltıdan sonra saat on bir dolaylarında telefon çaldı ve Brian bir süre
> >telefonla konuştu. Ofisten arıyorlarmış, Koreli bir işadamı Los
> >Anegeles'ta imiş, kendisiyle görüşmek için helikopterle saat 14'te gelmek
> >istiyormuş. Başka bir randevusu olduğunu söyleyerek bu teklifi reddetmiş
> >olan Brian, bize durumu şöyle açıkladı: 'Dört çocuğum var ve her hafta
> >biriyle dört saat başbaşa geçiririm. Bugün dört yaşındaki kızım Mary'le
> >randevum var. Çocuklar çok çabuk büyüyorlar, eğer dikkat etmezsen, bir
> >bakıyorsun, büyümüşler ve onlarla beraber zaman geçirme olanağı kaybolmuş.
> >
> >Brian'ın yaşam vizyonunu sormadım, ama davranışından nelere öncelik
> >verdiği belli oluyordu. Brian için çocukları şüphesiz en az işi kadar
> >önemliydi. Brian'ın yaşamında bununla ilgili bir pişmanlık duygusu, bir
> >'keşke' olmayacak.
> >
> >Sally'e sordum: "Baban seninle randevulaşır mıydı?"
> >
> >"Evet", dedi, "yalnız benimle değil, her çocuğuyla sırasıyla başbaşa zaman
> >geçirirdi. Ve ilaveetti, "Biz böyle gördük, böyle biliyoruz. Benim
> >çocuğumun da babası böyle yapacak!". Gülümseyerek, "Nereden biliyorsun?"
> >diye sordum.
> >
> >"Biz Frank'le konuştuk" diye cevap verdi. Yine içim cız etti. Daha
> >doğmadan çocuğun gelişme ortamıyla ilgili bir bilinç oluşmuştu.
> >
> >Kendi çocuklarıma içim yandı. Evlenmeden önceki bilincimi, kafamın
> >karmaşıklığını, evlendiğim kıza ettiğim eziyetleri ve ondan da acısı,
> >kendi yavrularıma çektirdiğim acıları düşündüm. Biraz daha düşününce
> >kendimin de acı çektiğini anladım ve bu sefer kendi çocukluğuma içim
> >yandı. Daha sonra babamın, anamın çocukluğuna içim yandı. Ve son durak
> >olarak ülkemin tüm çocuklarına içim yandı.
> >
> >Yine kimseye kızamayacağımı anlayınca, 'bundan sonra ne yapabilirimle
> >ilgili düşünmeye karar verdim. İşte değerli okurum; yazdığım kitaplar,
> >verdiğim seminerler, hazırladığım televizyon programları, 'Ne
> >yapabilirim?' sorusuna verdiğim yanıtların öğeleridir. Sally'nin içinde
> >yetiştiği ortamı görmüş ve anlamış biri olarak onun davranışlarına şimdi
> >daha iyi anlam verebiliyorum. Sally, içinde yetiştiği ailede, varoluşun
> >beş boyutunu da doya doya yaşayabilmişti. Çocuğun hizasına inerek onunla
> >göz göze konuştuğunuz zaman çocuk, 'Sen varsın, sen doğalsın, sen
> >değerlisin, sen güçlüsün ve sen sevilmeye layıksın', mesajı alır ve
> >çocuğun CAN'ı beslenir.
> >
> >Çocuğuyla randevusuna sadık kalan baba, 'Seninle zaman geçirmek istiyorum,
> >seni özledim', mesajını güçlü olarak verir. Çocuk bu mesajı zihinsel
> >olarak değil, sezgisel olarak alır ve aldığı bu sezgisel mesajlar
> >sayesinde çocuğun hamuru, 'Ben sevilmeye layık biriyim!' diye yoğrulur.
> >
> >Bir ana babanın çocuklarına verebileceği en büyük miras, varoluşun beş
> >boyutunda beslenmiş ve buna inanmış güçlü bir CAN'dır..

Mutlu Olmak Polyanna’cılık mı?




Mutsuz olmayı, şuna buna söylenmeyi, karamsarlığı öylesine derinden öğrenmişiz ki, “Bu ülkede yaşanmaz” ve nihayet “Batsın bu dünya” demeye hakkımız olduğunu düşünüyoruz sonuçta. Ve daha da kötüsü, iyimser birini gördüklerinde canları sıkılıyor kötümserlerin, adeta “Şuna bir şey söyleyeyim de keyfi kaçsın” diyorlar içlerinden. Yıllardır seminerlerimde iyimser olmanın öneminden söz ettiğimde en az bir kişi çıkıp “Hoca iyi de o zaman bu polyannacılık olmaz mı?” der. Bu karamsarlığa prim veren bakış tarzı beni üzüyor. Şimdi söz konusu cümleye tekrar bakalım:

“İyimserlik, küçük şeylerden mutlu olmak polyannacılık sayılmaz mı?

Bu görüşte, sanırım iki hata var. Birincisi “iyimserlik eşittir polyannacılık” iddiasıdır ki bu doğru değildir. İkincisi böyle söylendiğinde polyannacılığın kötü olduğunu kim söyledi?

Polyannacılık, kayba uğradığımızda, elimizde kalanları fark etme ve sevinme becerisidir. Polyannacılık bir psiikolojik savunma mekanizmasıdır, aşırı olmadan yerinde kullanıldığı sürece, kişiyi kaygıdan, sıkıntıdan korur, kişinin yarına kalma ihtimalini arttırır. Polyannacılık, kendini avutmak değil, bardağın dolu yanını fark etmektir.

Diyelim ki birisi bir bacağını kaybetti. Şüphesiz bu kötü bir durumdur. Ancak bu kişinin önünde iki yol uzanır:

Birinci yol, bir bacak gittiği için yaşamdan elini çekmek, sürekli üzülmek, artık hiçbir şeyden keyif almamaktır. İkinci yol ise şudur: Kişi eğer geriye dönüş yoksa, mevcut durumu kabullenir, elinde kalan bacak için sevinir, yaşamdan elini çekmez, yaşama sevincini kaybetmez. İkinci yol polyannacılıktır. Polyannacının ömrü, birinciye oranla daha kaliteli geçer.

Polyannacı tavır, Çin atasözünü hatırlatıyor. Şöyle demiş Çinli:

Tanrım, bana değişebileceğim şeyleri
değiştirme gücü ver.
Değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmemi sağla.
İkisini ayırt edebilmem için de akıl ver.

Değiştiremeyeceğimiz kayıplar karşısında, yaşama sevincimizi kaybetmemek polyannacılıktır. Karamsarlığa oranla da herhalde daha gerçekçi bir tavırdır.

……………………….

Üstün Dökmen